Sansürlü yazı, sesi kısılan Nişanyan

Sevan Nişanyan’ın kendi blogu haricinde hiç yayımlanmamış ve Taraf gazetesinden kovulmasına neden olan “Sansür” başlıklı yazısı… Bu olmuş, bitmiş bir hadiseymiş, yeni haberim oldu. Yorumsuz yayımlama niyetindeydim ama şunları da söylemek geçti içimden:

Taraf, adı da üstünde, bir “şey”den yana olan, taraf olan bir gazete. Taraf olmanın haricinde “safların belirginleşmesine” ön ayak olmak gibi de bir tavır geliştirmiş oldular doğal olarak; bence bilinçli olarak. Yana oldukları veya karşı oldukları şeyin, şeylerin üzerinde duracak değilim. Sevan Nişanyan’ın gazeteden kovulması hadisesini şaşkınlıkla karşıladığım kadar, yazısının yayımlanmamış olmasını günü yaşayan biri olarak normal bulduğumu söyleyebilirim ancak.

Normal bulmuş olmam kabul ettiğim anlamına gelmemeli; bir çeşit itiraz niyetine buraya aldım zaten. Nedenim ise, radikal söylemleri, çıkışları ve tartışmalı haberleriyle gündem yaratmaya soyunmuş, tarafgirliğiyle belirli bir politika güden bir yayın organının, bu gücün kendinden daha büyük bir erk tarafından elinden alınmaması için tedbirli davranmasının doğal gelmesi bana. Çünkü tek bir yazı yüzünden başları derde gireceğine, hep savunageldikleri demokratik, özgürlükçü, –temel değerlerine bakarak– sansür karşıtı tavırlarından ödün vermeleri, “büyük” davalarını gütmeye devam etmeleri adına, kendileri adına akılcı bir davranış, benim gibiler karşı olsa da.

Söz özgürlük ve demokrasiden geçince, Ahmet İnan aforizmalarından biri geldi hemen aklıma. Alıntılama yöntemim için bağışlayın, giriş yazımı bağlayabilmem adına buraya ondan önce almak istedim, onun yazısıyla bir ilgisi yok; kovulduğu “yerin” genel tavrına karşılık sayılabilir ancak:

“Bu ülke, cumhuriyetin dayandığı temel değerlerin altını oyarak, bir Avrupa ülkesi, bir dünya ülkesi olacakmış. Özgürlükçü aydın kardeşlerim buyuruyor. Hangi Avrupa’nın? Hangi dünyanın ülkesi olacağız? Özgürlüğün paradokslarını unutmayalım: Özgürlük de tıpkı demokrasi gibi makyaj malzemesi olarak kullanılabilen bir kavramdır. Özgür ruhların işidir. Özgürlük, ülkesinin toprağında kökleri olan, toprağın manevi anlamına saygı duyan insanlara kendini açar.

“Bu yazıdan sonra kıyamet koptu…

Censeo (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden censor (/kensor/) eski Roma’da hem nüfus idaresi hem ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı censura (/kensura/).

Latincenin Kuzey Frengistan vilayetindekonuşulan taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. İnce sesliye bitişen /k/ sesi önce /ts/ sonra /s/ diye söylenir olmuş. Geniz /n/sine bitişen /e/ sesi ağzın gerilerine doğru kaçıp /a/ olmuş. /U/ sesi incelip /ü/ halini almış. Kelime sonundaki –a dişil eki de önce /e/ olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük halâ aslına yakın bir şekilde censure yazıldığı halde /sansür/ diye okunuyor.

Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1900 civarından daha eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865’lerde Tasvir-i Efkâr’ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıali’de birileri “fekat bu censure’dür azizim” diye mırıldanmıştır.

***

Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.

Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.

Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!

Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde.”

Sevan Nişanyan