
Bizim yazımız bu. Benimle benim.
Bazen ben yerine biz diye yazıyor olmam, her insan gibi sessizce konuşur buluyor olmamdandır kendimi kendimle, yoksa padişah torunu değilim. Düşünürken iki ayrı kişi hesaplaşır insanın içinde ve kararlar alır, kararlar verir; insanın içindeki ikiliğin oy birliğiyle, tereddüt halinde tek oyla yaşanır hayat ve sonuçlarıyla yaşar, öylece katlanır insan zamana; biri yanılmışsa diğerini dost sayarız kendimize.
Yazı başlığıma gelene değin, başka hikâyelerimin, başka meselelerimin içine sokup çıkartacağım konuyu. Geçmişimden konuşacağım, eskilerden bahsedeceğim, benzetmelere başvuracağım, uzun cümleler kuracağım, lafı dolaştıracağım; başladım bile.
Dedemden bana bir daktilo kalmıştı, hiç dokunamadığım bir daktilo. Çok küçükken gördüğüm siyah bir daktilo. Dedem ölmeden önce daktilosunun torununa verilmesini istemiş, özgün iradesi ve âli rizasıyla; sondan ikinci oğlunun ilk göz ağrısı, ismiyle cismiyle Ali Riza’sına. Çünkü görünce gözümü ayıramamışım, çok merak etmişim, tuşlarına basmak istemişim; bu da onun çok hoşuna gitmiş, aklında yer etmiş; öyle söylerlerdi.
Adımı da dedem koymuş benim, ben o öldükten çok sonra öğrendim. Bir tek o çağırırdı diye hatırlıyorum beni “Riza” diye “Rıza” yerine, nikotin telveli sesiyle. O zamanlar önemliymiş o incelik, sonradan kalınlaşmış insanların sesleri. İlk nüfus kâğıdımı bizzat kendisi düzenletmiş nüfus idaresinden, sonra sonra kalkmış kafa kâğıtlarımdan ismimdeki noktası “i” harfinin; öyle uygun görmüşler kimseye sormadan.
Ne yazık ki daktilom daha bana ulaşmadan küçük amcam satıvermiş, bunu da daha sonra öğrendim. İkisi de rahat olsunlar yerlerinde, her neredeyseler. Çürümüş gitmişlerdir artık daktilomun parçaları; tek bir harfi bile kalmamıştır.
Soyisim kaynağım dedem, arzuhâlciydi; Arzuhâlci Kâzım Efendi derlermiş, soyismi olduğu halde. Yaşı yetmeyen bilmez, arzuhâlcilik devletin “dövlet” olduğu zamanlardaki vatandaşla, sırrına erilmez o yüce kat arasındaki yazılı iletişimi sağlayan bir çeşit elçilikti. Vatandaşın sorunu çözülür veya çözülmez ama elçiye de zeval olmaz misali, o yazdıklarından üç beş kuruş sebeplenerek kazanırdı ben onu tanıdıktan sonraki hayatını. Yapabileceği en iyi iş olarak benimsediği son mesleğiymiş belli ki arzuhâlcilik dedemin, iç Karadeniz’in izbe yerlerindeki memuriyetlerinden ve iç güveyliğinden sonra, hafta içi günlerde akşam rakısından hemen önceye değin icra etmeyi sürdürdüğü, hastalanıp ölene kadar.
Vatandaşlığını ilgilendiren bir işi olan vatandaş, adliyeye olsun, kaymakamlığa olsun, belediyeye olsun, o arzusunu yazılı bir dilekçe biçimine kavuşturmak için arzuhâlcilere başvururdu eskiden. Onlar da vatandaşı dinler, öncekilerden edindikleri tecrübeye uygun bir kalıpla, sonradan çok aciz bir dil ve pek nazik bir üslupla yazıldıklarını öğrendiğim dilekçeler, mektuplar döşenirlerdi daktilolarıyla, şimdi bilmem kaçıncı hamur ve harflerin çekiçleri delmesin diye mutlaka kalın ve sarı renkli kâğıtlara.
Onu iş yerinde birkaç kez ziyaret etmişim çocukken, kasaba adliyesinin karşısına kurulu, şimdiki bekçi kulübelerine benzer, onlardan biraz daha geniş, mertekler üstüne döşenmiş tenekelerden bir damı olan, su basmasın diye yerden takozlarla yükseltilmiş tahta kulübesinde. Bir duvarında klasörler içinde evrak, matbuat koyacak iki sıra rafı vardı, küçük bir masası, üzerinde siyah daktilosu ve oturduğu yerin arkasındaki duvara dayalı yüksekçe bir sehpanın üzerinde bir büst gibi duran manivelalı siyah telefonu vardı. Masasının arkasındaki sandalyesi ile halini arz edecekleri buyur ettiği sandalyeleri aynıydı. Ahşap ve ayakları telle bağlı aynı kahvehane sandalyelerinden; belki de akşamları pişpirik oynadığı o kahveden emanettiler.
Yazarken gözlüklerini takardı dedem ama çoğu kez gözlüğünün üstünden bakardı yazdıklarına, çok önemli bir iş yaptığını belli eden bir tavırla. Aceleye gelmezdi yaptığı iş, zaman daha ağır işlerdi o çalışırken, kolay mıydı öyle devlet kapısına elinde bir kâğıtla dayanmak, üzerine yazılanlara dikkat edilmezse. Daktilonun tuşlarına diğer parmakları yumuk ellerinin işaret parmaklarıyla bastığında dedem, yerinden zıplayıp kâğıda yapışan harflerin beni nasıl hayrete düşürdüğünü hiç unutmam bugün bile. Bir çocuk için çok ilginç bir durumdu bu veya ben öyle bir çocuktum.
Beni kucağına aldığında “prensim” diye seven dedemden çok uzakta, İstanbul’da yaşıyorduk. Öldüğünü duyduğumda, babamın doğduğu yere bir dahaki gidişimizde, o kulübede artık dedem olmayacak diye düşündüğümü hatırlarım ve bir de o parmakları olmayacaktı artık, harflere verdiği candan hâl kâğıtları çıkaran.
Sonra dayım öldü. Bana yaşça da hiç olmamış ağabeyim kadar yakın, bugün bile içi gülen kara gözleri gözümün önünden gitmeyen, sürekli bizden uzaktaki babamdan daha çok evimizin erkeği olan dayım. Dayım da daktilo kullanırdı zaman zaman, arkadaşlarından ödünç aldığı gri renkli, daha büyük makinelerdi onlar. Sonra onları teksirle çoğaltırlarmış; bilemezdim elbette ne işe yaradıklarını o zamanlar. Soluk bordo renkli perdelerimizi delip gecenin kör karanlığını gündüze çeviren ışıklar iki göz odalı evimizi aydınlattıktan hemen sonra paldır küldür içeri dalan polislerle yüz yüze geldikten çok sonra öğrendim o kâğıtların ne işe yaradıklarını ya da ben öyle zannettim. Belki de yine bir gece yarısı evimize gelen Anneannemin yeğenlerinden biri, benimle diğer dayım sıfatıyla tanıştırılan, dayımın ilk ismiyle adaş, Hüseyin dayımla ilgiliydi durum. Yurt gibi kullandıkları evden çıkıp bir süre bizde kalmıştı, saklanmıştı bizim evde. Boş bakıyor gibi gelen gözlerini ve düşüncelerini saklamıştık oysa daha çok. Pek öyle saklanacak, saklanabilecek biri gibi değildi, dağ gibi bir adamdı çünkü.
Yaşı yetmişlere yetmemişlerin anlayabileceği şeyler değildir bunlar, benim de çocukluğuma denk geldiğinden hayal meyal hatırladıklarım, adını sonradan koyduklarımdır ve belki bir şeylere karşı içimde besleyip büyüttüğüm nefretin tohumlarının ekildiği zamanlardır onlar. Ben büyümeye yüz tuttuğumda yeşermeye başlamış ve ilk baş gösterdiğinde seksenlerin bastırılmışlığıyla hadım edilen ama kertenkele kuyruğu gibi yeniden uzayan bir kin, bir nefrettir; nedenlerini bana kimse anlatmamışken kendi kendime ve sonra sonra idrak ettiğim.
Dayımın ölmeden bir yıl kadar önce mezun olduğu ticaret lisesine, aynı okula yazıldım ben de; tesadüften öte, sınavını verebilmek için benden beklenmeyecek bir bilgiçlik ve o günlerde sarıldığım bir bilinçle. Aynı okulu bitirmiş olduk dayımla ve daktilo kullanmayı da o okulda öğrendim. En sevdiğim dersti daktilo dersi. Sabırsızdım çok, bir an önce öğrenmek istiyordum ve fakat daktiloyla hakkını vererek yazmak öyle kolay öğrenilebilen bir şey değildi, sabretmek gerekliydi; parmaklar sonradan bir ömür boyu birlikte yaşayacakları harfleri tanıyana, ezberleyene dek. Öyle de oldu ve o gün bugündür her parmağımın kendine ait harfleri var. İşaret parmaklarımınkileri severim en çok, çünkü en çoğunu onlar sahiplenmiştir harflerin. Baş parmaklarım en tembelleridir; ara tuşuna basmakla görevlidir kendileri, işleri hafif ama görevleri ağırdır.
Benim de bir daktilom oldu sonradan. Babamın hediyesi, portakal renkli portatif bir daktilo. Yurt dışından satın alınmış olmasına rağmen “F” klavyeliydi. Türkçe klavye dizilimidir ilk tuşu “F” ile başlayan. Bu klavye dizilimi standart olmaktan çıktı, gittikçe ötekileştirilen ve unutulan, sıradan bir seçenek haline geldi sonradan. Fayda öncelikleri ve başarı kriterlerine göre iyilikler ve güzellikler de sadece birer seçenek haline gelmediler mi insan hayatında, işte aynen öyle.
Sonra bilgisayarlar çıktı. Bir çeşit kaldıraç olan daktilo tuşlarına kıyasla çok daha hafif bir dokunuş yetiyordu, bu defa kâğıt yerine ekrana düşen harfleri yan yana dizmek için. Ama ben mekanik daktilo yazmaktan gelen alışkanlıkla bir süre daha aynı hiddet ve şiddetle basmaya devam ettim bilgisayarın tuşlarına. Zamanla rahatladık, alıştık birbirimize, parmaklarımın uzantısı haline geldi klavyelerim.
Yıllar sonra “F” klavye mi, “Q” klavye mi diye tartışmalar okudum ve güldüm, daha çok acıdım o soruyu soranlara da, hiçbir zaman Türkçeden yana olmamış “Q” klavye diye cevap verenlere de. “Kanmışlıklar, doğruluğun yalanlardan daha tehlikeli düşmanlarıdır.” diye güzel söylemiş Nietzsche. Alışmak, sorgulamaktan daha kolay değil mi hepimiz için? Sorgulayan, kavga eden, Don Kişot damgası yemiyor mu? Sanki salt kendi varlığıyla ilgili bir sorunu varmış, kendi bokuyla kavga ediyormuş sayılmıyor mu?..
Doğruyla eğrinin ne kadar kolay yer değiştirebildiğini bir kere daha idrak etmemi sağlayan bir sembol gibi görmeme şaşmamalı o daktilo tuşlarını da ve iyi ki görmüşüm derim, o metruk arzuhâlci kulübesinin içindeki dedemi ve hiç olmasa da hep benim olmaya devam edecek daktilomu.
Neyse ki tartışmaların bu topraklarda bir yere varmaktan çok egoların sidik yarıştırmasına yaradığını kavradım sonradan. Kızardım önceleri, bokunu toprakla örten köpeklerde bile olmayan bir utanmazlıkla bilmedikleri şeyler hakkında iddialaşanlara, bilmediklerini biliyormuş gibi kabul ettirmeye çalışan hallerine ve onlara kolayca kanarak, hep birlikte birbirlerinin üstüne binmek suretiyle çoğalıp en üsttekinin bayrak zannettiği bir tüyle taçlandırdığı büyük bir gübre yığını haline gelmelerine.
Bakalım şimdi, nerelerden çıkıp nereye gelmişiz.
Kadınların daha çoktur ama onlarınkiler kadar değerli, önemli aksesuarları, araç-gereçleri, oyuncakları vardır erkeklerin. Bir yere giderken yanlarına almazlarsa kendilerini çıplak hissedebildikleri. Eskilerde kol saati öyle bir şeydi. Şimdilerde herkes için cep telefonu öyle. Sigara içenlerin çakmağı öyledir belki, sigara tabakam öyledir benim için. Cüzdanlar da öyledir, içindekilerden daha önemlidir kimine göre, hangisini önemsediğine bağlı olarak kişinin.
Değerli saydığım diğer eşyalarımın yanısıra, adına ayfon (iPhone) denen eşyama belki hepsinden daha büyük önem yüklememin nedenleri bunlardır diye düşünmemin eseridir bu yazı, başka bir yerde üzerine methiye düzmem de bundandır muhakkak. Dedemin daktilosunun bilinçaltımda yer etmiş siyah rengi kendine karşılık bulur arkasındaki plastikte, sehpasındaki yine siyah, yandan çevirmeli bakalit büstle birlikte. Küçük ekranına sığdırılabilmiş klavyedir asıl nedeni ve kendisini her an yanımda taşıyabilmek mutlu eder beni içten içe, kalem olmadan yazı yazabilme ihtimalini severim, yeri gelir yazarım da, hiç sahip olamadığım dedemin daktilosunun yerini tutmasa da; belki ona saydığım hem telefonum ama daha çok minik siyah daktilom, çocukken sahip olamadığım oyuncağım.
Bugünü bugünden yazmanın zamanıdır artık. Yazacak, okuyacak adam kalmışsa hâlâ.
Bu yazı daha önce Exlibrary’de yayımlanmıştır.